22 Ağustos 2010 Pazar

26-27-28/01/2010







Daha fazla kronolojik gidemeyecegim ama yaklasik soyle seyler oldu:

1- Sam'in antik kent bolgesinde evler birbine yaslanacak kadar yakin, sokaklar klostrofobik derecede dar ve girift. Cuma namazi sirasinda bu sokaklar terkedilmis sehre donuyorlar. Boyle bir Cuma namazi sirasinda ben Jupiter Tapinagi'ni ararken Tapinak yerine baska bir sey buldum. Bana dogru sallanan Arap seysi. Beynimdeki kanla ayagimdaki kan bir saniyede yer degistirdi.

2- Suk'ta bir dukkan sahibi oda arkadasim Fransiz bir bisikletciyi dudagindan opmeye calismis. Cocuk bu arada hayatimda gordugum en ciplak insanlardan biriydi. Ustelik Sam'da bile bulamadigimiz o bilye yatagini sokmeye yarayan gizemli alet, son anda ondan cikti.

3- Alman bir motorcunun Sam'a geldigi gun moturu calinmis. Son gordugumde Lubnan'a gidiyorlardi, iyi motorlarin Suriye'de pazari yokmus.

4- Dunyanin en kucuk bari olan Abu Georg'un dunyanin en kucuk tuvaletinde ayni gun yenen iki tane shoarmanin dayanilmaz pismanligini yasadim. Abu Georg'a gitmemisseniz Sam'a gitmis sayilmazsiniz. Ama azak istediginizde raki veriyorlar sanirim.

5- Cuma namazi sonrasi Suk'taki tek acik ve belli ki namaz sonrasi gelenegi olan dondurmacida ezilme tehlikesi gecirdim.

6- Vitrini balkon olan ve caddeye yani musteriye sepetli ray sistemiyle baglanan bir dukkan gordum.

7- Sokakta yatan cocuklar gordum.

8- Posta karti aldigim hediyelik esya dukkani sahibinden o muhtesem kakueli kahve esliginde misafirperverlik gordum.

9- Beni dikkatlice goren insanlar gordum.

10- Dogu Kapisi'nin oldugu sokaga geldiginizde Kristof diye bir adamla tanisirsaniz, sohbetini kacirmayin.

11- Butun gun ayni seyle (nohut ve bakla) beslenen insanlarin osurugu da birbirinin ayni kokuyormus.

12- Sam'in koprualtlari, carsi girisleri bozuk peynir+kokmus ayak gibi kokuyor. Haslanmis bakla tezgahlari bunlar ve New York'un Starbucks'i gibiler.

13- Antalya'da daha once yedigim tatsiz nohuta benzer seyin adinin lupen oldugunu, Kanada'da cok tuketildigini, kimyon ve limonla yendiginde aslinda cok lezzetli oldugunu ogrendim.

14- Aslinda fazla agirbasli bir insan oldugumu anladim.

15- Hayatin bes kat ucuz oldugu bir yerde bir sure yasamak cok keyifliydi.

16- Sam'a giderseniz dagin eteklerindeki varoslardan tirmanarak tepeye cikin mutlaka. Sam'in kendisine cikan sokaklar onlar. Ayni dik sokaklarin daha dik merdivenlerinde okul cocuklarinin tas yagmuruna maruz kaldik. Bize "donkeys' diye bagiriyorlardi gulerek.

17- Litrelerce meyve suyu ictim. Bardagi 30 Suri'ydi :)

18- Cok usudum.

19- Cok terledim.

20- Cop cukurunda Kanadalilar, Amerikalilar, Avustralyalilar, Ingilizler Suriyeli otobus soforleri ve Irakli seramik fabrikasi iscileriyle kriket oynadilar.

21- Kafasi fena halde dumanli bir adam bize Margaret Thatcher'a ne kadar asik oldugunu anlatti.

22- Bir aksam hostele donerken fenomenal bir ay haresi gorduk. Yazarak anlatabilecegim bir sey degildi maalesef.

23- Oli ve Ross'la Halep'e gectik. Onlar benim hevesimi kursagimda birakarak cole dogru devam ettiler ben eve.

24- Halep'te Yeni Zelandali bisikletciyle ayni hostelde karsilastik. Neden bilmiyorum, Istanbul'a geldigini bildigim halde bir baglanti kurma haline girmedi. Sonra Istanbul'daki expat bir arkadasimin facebook fotograflarindan birinde gordum kendisini.

Halep'ten Hatay'a taksiyle gecerseniz sofor size sizin adiniza gumruk belgesine cay ya da seker yazdirabilir mi diye soracak. Kizsaniz ve taksideki (dolmus mantigi sozkonusu) diger herkes erkekse kendinizi gorunmez insanmis gibi hissedeciginize bahse girerim ayrica. Halep-Hatay 500 Suri.

Istanbul'dan sikilmaniz bir turlu gecmiyorsa Sam'a gidin. Istanbul ne kadar temiz, ne kadar sakin, trafik ne kadar duzenli gorunuyor gozune anlatamam.

SOZLUK

la: hayir
ne'am: evet
halas: yeter (tacizcilere bagirmak suretiyle bol dozda uygulayin)
ceyyid: guzel
cemal: guzel; deve
sadiki: arkadas
mindil: mendil
mirhad: tuvalet
merkezul medine: sehir merkezi
film huvet: amator film
mumtez: sahane
habiz: muhtesem Suriye lavas ekmegi
saban: tok
je'ar: ac
kibbeh: bildiginiz icli kofte
fattih: yogurtlu, kizartilmis habizli, sarimsakli, pilavli tavuk pincikleri
byriani: sebzeli, etli pilav (Hama'da Orient restoranda yenesi, devasa bir porsiyon halinda geliyor)
feekah: bulgur pilavi uzerine et/tavuk, kaju (yenesi)
fitiri: peynirli pogaca (cok basarili. nereden alabileceginizi bulabilirseniz tabi)
sahti suada: saat kulesi
daimi: afiyet olsun
maroush: kucuk pide. (salcalisi, zahterlisi vs. var. kacmaz)
jibn: peynir

-------------------------FIN---------------------------------

26 Temmuz 2010 Pazartesi

25.01.2010/ Her Kuzey Kendine Göre Güneyde Olanı Kendisinden Daha Sıcak Sanma Gafleti İçindedir













Nasil uyandigimi tarif edemem. Biraz soyle bir seydi: Sen uyurken odaya bir tane buzluk getirmisler ve kafani o buzluga sokuvermisler. Sabah uyandigimda dusuncelerim bile donmustu. Sam'da hamama gidene kadar da oyle kaldi.

Ilk defa bir yerden ayrilma istegim Oli'den fazla. Ustelik hava dunden daha da soguk ve yagmur duracakmis gibi gorunmuyor. Resepsiyon olarak da kullanilan salona girdigimizde iceride uyuyan bir adam ve sobanin etrafinda hosteldekilerin kendi ayakkabilari vardi. Pasaportlarimizi alip Yeni Zelandali cocukla beraber mekani terk ettik. O yukari, biz asagiya.

Tren istasyonunu bulmak 20 dakika filan dolandik. Ven iki tane daha karar aldim:
1- Cantani hazirladin, agirligini olctun, uygun geldi. Hayiiir, henuz hazir degilsin! Kus gibi hafif hissedene kadar cantayi bosaltmaya devam et.
2- Karnin acsa asla restoran filan arama. Gordugun ilk yiyecek satan yere gir. Ekmek firini olsa bile.

Treni beklerken dukkanlar acildi. Muhtemelen daha once hic yabanci girmemis bir esnaf lokantasinda humus icinde nohut yedim. Nohutlarin kabuklarini ayiklamadiklarinda, yerken suratiniz tuhaf bir sekil aliyor. O kadar ki Oli "Humus kotu mu? diye sordu. Onun disinda zeytinyagi ve kimyon kokusu gayet guzeldi.

Sokakta gordugumuz erkekler uzerine cok kafa yorduk butun bir Suriye boyunca. Hadi omuz omuza, kol kola yurumeyi, yanaklardan opuserek selamlasmayi anliyoruz da el ele tutusmak, bir de sevgilinin elini oksamak gibi oksamak; konusurken cilveli cilveli arkadasina dokunmak nasil bir toplumsal farkliliktir. Yabancilar Turkiye'deki erkeklerin fiziksel iliskisini anlamiyor, hemen oryantal yorumlara giriyorlar. Burada ben de kendimi tutamadim. Zaten Suriye'nin bana hissettirdigi en baskin duygulardan biri de Bati'ya yakin biri olarak icine dustugum "oryantalizm" tuzaginin yarattigi girtlak kasintisi.

Ilk birinci sinif trenime atladik. Yaklasik 5 liraya mal oldu. Ogrendiklerimden biri de mumkun oldugunca uzun gezebilmek icin, gittigin ulke ne kadar ucuz olursa olsun kendi kuruna gore hesaplamayi birakmalisin. 120 Suri'yle alti tane shoarma da yiyebilirsin mesela; bu da seni uc gun tok tutmaya yetecek kadar cok bir paradir aslinda.

Biraz bisikletteki arizanin yarattigi gerginlik, biraz da medeniyetin en eski sehri (diger bir coklari arasinda) Sam'a gitmenin heyecani var. Yolda Oli'yle roportaj yaparken kucuk bir kiz gelip iki tane sakiz uzatti. Oli de tabi Kris'i artik geride biraktigimiz icin sakizlarin ikisini birden agzina atti ve kizina aslinda birini bana getirdigini farkettiginde benim payim coktan Oli'nin salyalarinda bogulmustu :) Kizlar! biliyorum "yalniz gezgin" fikri kulaga cok seksi geliyor ama inanin isin ic yuzu o kadar parlak degil. Bir kere herkesin kendileriyle ilgilenmesine deli gibi aismis oluyorlar ve bu, onlardaki kaideyi 2.80 havaya kaldiriyor. Bir de surekli yalniz olmaktan dolayi etrafta baskalari varken onlari da dusunerek davranmayi unutuyorlar. Yok illa ki "Ben magara adami istiyorum; osurup duruyormus, agzini karistiriyormus, parmagini burnuna sokup cikan sumugu ortaliga ziplattiriyormus onemli degil" diyorsaniz ne haliniz varsa gorun.

Pencereden akan manzara yerini cok kisa bir gecisle yesillikten cole birakti. O sari ucsuz bucaksizligin bastan cikarici bir durumu var. Arada, o boslugun ortasinda bir Bedevi cadiri goruyorsun. Hayatinin ilk bedevi cadiri. Trende degil, bisiklette olmak havayi, kumu hissetmek istiyorsun. O an bisikletle gezenlere manyak gozuyle bakan insanlarin ne kadar korkak ve yasamaktan uzak olduklarini anladim. bisikletle dunyayi gezmek, otostop cekerek dolasmak kafayi siyirmis olmanin baska bir yolu sonucta. Ve kafayi o seklide siyirmis olanlar bence gokkusaginin altindaki ulkede yasiyorlar.

Sam'a girmek tam bir sok oldu. Bir sehrin en disinda sehrin en guzel yuzu olmaz genellikle ama bu o kadar uc deneyimdi ki soktan fotograf ya da video bile cekemedim. Sanki tren bir cop dagi vadisinde ilerliyor. Cop yiginlarinin arasinda hijyen'in h'sini barindirmayan mahalleler. Kucuksehirler masum, basa cikilabilir gelmisti. Suriye'de buyuksehir... Nasil olacak acaba? Daha mi kolay, daha mi zor?

Eski sehrin dogu kapisinda (bab shaqri) bulusmak uzere istasyondan ayrildik. Oli Fransiz bir kizin evine yerlesecek ben de couchsurfing cevaplarima bakacagim. Ben, o cantayla kendimi bir taksiye attim ama Sam'a olan korkum buyudu. Adama gidecegim yeri haritada gosterdigim halde anlamadi, bir yandan da goturuyor. Bizim Taksim'i bilmeyen taksici kafasi. Baska bir surucuye sorduk, yine anlamadi. Ben de taksiden inip tarifi anlatmaya calisan adamin arabasina bindim. Deneyimli bir otostopcu ya da korunma tilsimi olan biri degilseniz, siz yapmayin! Sanirim bende tilsim vardi. Mutlaka gel bizde kal, diye diretmesinin sebebi kizlari ingilizce pratik yapsin ya da hayatlarina yabanci bir gezgin girmis olsun, evde bir hafta daha konusacak bir sey bulabilsinler diyeydi belki de. Bilemiyorum. Kahrolsun suphecilik, diyecegim ama seyahat ederken cantana koymayi unutmaman gereken bir sey suphecilik. Gezdikce ust sinirini yukseltmeyi de ogreniyorsun ama supheyi bir kenarda bulunduruyorsun. Isin adrenalin kismi da supheyi en en son ana kadar gundeme almamak sanirim.

Couchsurfing'den kalacak yere dair bir yanit yok. Neyse ki Homs'daki Avustralyalilara rastladik; ben de onlarin kaldigi, Sam'in en "hip" hosteli Al Rabia'ya yurumeye basladim. Cok guzel bir avlusu var ama bos yatak yok. Beni kardes hostel Al-Saada' ya goturen cocuga Ocak'ta sezonun yuksek mi oldugunu sordum. Son iki yildir her sezon yuksek sezonmus. Batili gezi dergilerinin yukselen yildizi Sam. Bir zamanlarki Istanbul gibi. Oraya da "Batilasma" virusu bulasacak. Orasi da insaatin hic bitmedigi, modernlik adina cirkin luks binalarin yukseldigi yukselecek. Yine cirkin binalar var ama hic degilse o Sam'in kendi cirkinligi. Baska bir seymis gibi davranmaya baslayana kadar cekilebilir yani.

Cantayi sirtimdan attigim anda hastalik vurmaya basladi. Bu anla birkac gun sonra hamamdan ciktigin an araligini pek hatirlamiyorum. Kendimi zor tasirken belgesel icin hicbir seyi kacirmamaya calisirken Irem'in yanimda olup bana corba yapmasina duydugum istek aglatacak turdendi. Iki sey daha ogrenmis olduk: Hamama gitmenin hastaligi hafiflettigi ve Suriye'de mahalle hamimi da olsa kadin ciplakliginin hos karsilanmadigi. Benim kucuklugumde kasabalardaki hamamlar ciplak olurdu. Ne bileyim buradaki kadinlarin meme gormekten rahatsiz olup kuku gormekten bu kadar korktuklarini. Bunlar bir de upuzun saclari sariya boyali,dovmeli kadinlar.

Sam acayip bir yer. Naked Lunch'daki Tanca gibi bir hissi var.

Suriye insaniyla ilgili duygularim karisik. Bakislari cok sert ve o sert bakislarla seni dakikalarca suzebiliyorlar. Cok azinda kotu bir tavir var, bir kismi cocuksu bir iyilige sahip, geri kalani sana yardim ettiginde kendisi icin mi senin icin mi bunu yapiyor anlamiyorsun. Turist oldugum icin dukkanda digerlerinden once ilgilenildigim de oldu, inadina siranin sonuna birakildigim da.

23 Temmuz 2010 Cuma

24.01.2010/ Bisiklet Bu Bozulur... Ve Taciz No 2





Bugün Hama'dan Homs'a geçiyoruz. Bu akşam kamp kuracağız artık. Ben de Oli'yi kamp halindeyken filme alma saplantısını tam gaz koruyorum. Sırt çantam bugün daha ağır gibi geliyor ve bugünden itibaren hergün ağırlaşmaya devam ediyor. Şu "travel light" dedikleri olayı bir çözsem soğuk füzyonu bulmuş gibi olacağım.

Hama-Homs arası 45 dakikalık bir yolculuk bu arada. Neyse, otobüsten inip beni Crac ya da Palmyra'ya gotürmeye çalışan taksicileri aşıp kamp için 3 litre su ve pirinç almaya gidiyorum. Bir yandan da Oli'den koordinatlarla ilgili haber bekliyorum. Yüküm katlanmış bir biçimde otogara geri dönerken Oli panik içinde arayıp bisikletinin bozulduğunu söyledi. Durup dururken pedallar tekerleri döndürmemeye başlamış. Anlaşılan bu gece de kamp yok. Daha sonra Homs'a gelecek bir araç bulmuş. Yani bu gece Homs'dayız.

Homs Hama'dan daha büyük ve daha şehirleşmiş bir yer. Yer tarifinde dikkat etmeniz gerekn bir durum var: Şehir merkezinde iki tane saat kulesi var. Ama taksiden anladığım kadarıyla esas kule "oldclock" dedikleri tepesinde bir sokak lambası olan metal bir direk! Hani iki kule birbirine çok uzak değil ama çantanız size eşek muamelesi yapıyorsa bu küçük detay büyük bir önem kazanıyor.

Al Naser al Jided adında bir hostelde Oli'yle buluştuk. Buradaki adam, Munzar, Türk olduğumu duyunca hemen satış pozisyonu alıp binanın Osmanlı dönemine ait olduğunu ve o zamanlar da han olarak kullanıldığını söyledi. Biraz işletmeci ruhuyla çok hoş bir yere dönebilecek bir bina aslında ama adamlar saldım çayıra mevlam kayıra şeklinde takılıyorlar. Tavanlar çok yüksek, ısıtma yok (ne güzel, bugün de yağmurlu ve soğuk bir gün), tuvalet kelimenin tam anlamıyla br bok çukuru, çarşaflar kimbilir kaç kamyon şoförünün DNA'sını taşıyor. Ben kokudan en az 6 kişi diyebilirim. Uyku tulumunu çantama attığım ana o kadar minnettarım ki. Üstüne üstlük Hama'daki mis gibi hostelden daha pahalı.

Bisikleti tamir ettirebileceğimiz bir yer aramaya çıktık. Umutluyuz, çünkü burası Suriye'nin Amsterdam'ı gibi. Bisiklet kullanımı çok yaygın. Tarif üzerine Hıristiyan mahallesine girdik. Ortam, sokakların temizliği, evlerin güzelliği ve bakımlılığı, pastanelerin iştah açıcılığı kurtarılmış bölge duygusu uyandırıyor. Biraz Moda'yı andırıyor.

Sonunda bir tamirci bulduk. Amaaa adam bisikletin pahalı bir bisiklet olduğunu anlayınca tamir etmeyi reddetti. Daha doğrusu eline çekici alıp zinciri tutan demire vurunca Oli'nin yüreğinin ağzından fırlayıp karşı duvara yapıştığını görünce tamir etmekten vazgeçti. O parçayı çıkartmak için özel bir alet varmış ama ellerinde yokmuş. Moraller yerde, koskoca başkent Şam'da buluruz illaki diyerekten kös kös yemek yemeğe gittik.

Yemekten sonra ben internet cafe bulacağım diye tutturunca Oli'yle ayrıldık. Hava karanlık, saat çok geç değil ama sokaklarda araba trafiği bile neredeyse bitmiş durumda ve ben caddede ilerledikçe karanlık daha da tehditkar gelmeye başladı. Ben hostelden fazla uzaklaşmadan dönme kararı aldım. Yerinde bir karar olmuş. Öyle kendi halinde yürüyen bir adam beni görünce fantaziye girdi galiba. Hayır bir de benim önüme geçti, ben de bir rahatladım ama ben hostelin sokağına girince ayak seslerinin yol değiştirip arkamdan geldiğini duyunca hop arkamı döndüm. Pat adam dibimde. Neyse artık birşeyler söylemeye çalışıyor pişkin pişkin. Ama zaten kapının dibindeyim. Ben böyle sinirli bağırıp hostele girdim. Adamın ne yapmaya çalıştığından da hiçbir şey anlamadım. Zihniyet şöyle anladığım kadarıyla: Haa bu turist, dur bir şansımı deneyeyim. Bizim özellikle 40 yaş üstü gençliğinin Sultanahmet'ten turist kaldırma zihniyetine çok yakın. Bir toplumda insan türünün arzularını ne kadar bastırmaya ve kontrol etmeye çalışırsan o arzular o kadar ayyuka çıkıp o kadar kontrol edilemez oluyor. Cinsel devrim denen şeyi de anlamıyorum ya. Cinsel devrim diye bir şeye ihtiyacımızın olması bile patetik bir durum bence. Ne kadar evrimleştiğimizin anti-tezi, diye de daha ileri götürebilirim hatta utanmadan.

Salona girip iceridekilere olayi anlattigimda gayet umursamaz bir hava esti. Hostellerde herkes ayni seyin varyasyonlarini anlatiyormus meger. Iki Avustralya'li ve Oli kriket muhabbeti yapiyorlar. Ve kapidan, donuna kadar islanmis Yeni Zelanda kokenli bir bisikletci girdi. Oli'nin tam tersine kuzeye dogru yol aliyormus. Bisikletteki problemi anlatinca bilye yatagini cikartacak bir alet oldugunu heyecanlandik. Kendisinde olmadigini soyleyince de hafiften bir coktuk. Aman canim Sam buyuksehir, orada buluruz illaki.

Hosteldeki hijyen eksikliğini Munzar misafirperverlikle örtbas etmeye çalışıyor. Bize künefe ısmarlıyor, zorla kimyon çayı içiriyor bir yandan. Diğer yandan da ayakkabıları su içinde kalmış insanların ayakkabılarını yegane sobanın yanına koymasına izin vermiyor. Ha, diyorsun, biz yarın ıslak ayakkabı giyelim de hasta mı olalım. Gece koyarsınız, kokar şimdi, diye direniyor. Gece sobayı söndürmüyorsun değil mi sorusunun cevabı sessizlik. Al Naser al Jided'de kalırsanız göreceğiniz muamele budur, benden söylemesi.

23.01.2010/ Crac des Chevaliers, Üçüncü Gökkuşağı, Centilmenlik Dersleri




Hostel'den ayarladığımız bir araba bizi Suriye'nin en önemli tarihi kalıntılarından birine götürüyor. Kalıntı demek Crac des Chevaliers için kafanızda yanlış görüntüler canlandırabilir. Bir yanınızda Lübnan sınırı yeşil pirinçli tepeler aşıp, başka yeşil yeşil pirinçli tepelerden döne döne çıkarken sonunda görüyorsunuz onu. Kocaman. Etrafındaki topraklarda büyüyen yapılaşmayla tezat içinde. O kadar ki hemen dibine iğrenç pembe bir ev inşa etmişler.
- Nerede oturuyorsunuz?
- Crac des Chevaliers'in bitişiğindeğiz.

Çocukken şövalye fantazileri içinizde kalmışsa burası tatmin için doğru bir yer. Zira o kadar sağlam ki yüzyıllar önce içerideki yaşantıyı hayal ederken zorluk çekmiyorsunuz. Bütün bir günü burada geçirmek mümkün.

Hava geldiğimizden beri ılık, bir yağmur yağıyor, bir güneş açıyor. Ve ben ikinci gökkuşağımı görüyorum. Salak salak seviniyorum.

Hama'daki dükkanlar 15:00-18:00 arası kapalılar. Siesta yapıyorlarmış. Muhtemelen Şam dışındaki bütün şehirlerde böyle durum.

Kris, Oli ve ben Hama'da yürümeye çıktık biraz. Ve o ana kadar kabalığını İngilizliğine verdiğim Oli, Kris'in centilmen tavırlarından sonra (ayakkabı bağlarımı bağlarken beni beklemek gibi!) insan gibi davranmaya başladı. Aferin!

19 Temmuz 2010 Pazartesi

22.01.2010/ İlk Taciz, Su Değirmenleri...









Tipik Suriye kahvaltısı şunlardan oluşuyor: Zeytinyağı içinde zahter, yeşil zeytin, yoğurtumsu bir peynir, habus dedikleri lavaş ekmeği, lahana(?!). Hama'ya geri dönüyoruz. Bir minibüste ikiye katlanmış şekilde yol alırken Oli'nin bisiklette olmasını çok kıskanıyorum. Zaten minibüstekiler videolarını çekmeme de izin vermiyorlar. Hama'daki düzgün hosteller saat kulesinin yanındaki sokakta toplanmış durumda. Cairo Hotel'i önerebilirim, gayet temiz bir yer.

Oli gelene kadar antik şehri bir bakayım, şu tarihi su değirmenlerini bir göreyim dedim. Ve böylece mübarek cuma gününün mübarekliğini de görmüş oldum. Cuma günleri sokaklar eski toplu sayım günleri gibi oluyor neredeyse. Ben de elimde kamera bir yandan film için görüntü topluyorum, bir yandan salak salak geziyorum. Hava da inceden kararmaya başladı. Dar ve tenha sokaklarda ceylan bildiğin mal turist gibi gezerken farkettim ki takip ediliyorum. Taş çatlasa 16 yaşında. Ben tarihi gezimde ısrar etmemeye ve ana caddeye dönmeye karar verdim. Bir de köşede durup arkama baktım geliyor mu diye, bakkalın varlığına güvenerek. Gerçekten döndü, o da aşağıdan baktı, "niye gidiyorsun, daha karpuz kesecektik" der gibi. İşte o noktada kadın olarak, erkekler kadar özgür gezemeyeceğimizin farkına vardım. Amk.

Oli geldi. Hostelde Kris'le tanıştık. Güzel bir restoranda güzel bir yemek yedik, Kişibaşı 10 lira gibi bir şeye patladı. Falan.

Hama'daki en baskın özellik muhteşem kahve kokusu. Burada Türk kahvesine, öğütürken kakule katıyorlar. Bence Türk kahvesinden daha güzel oluyor. Bu arada Türk kahvesinin adı burada da Türk kahvesi. Dediler ki, kahveyi bu topraklara Osmanlı getirmiş. Kahveyi her yere Osmanlı götürmüş galiba (bkz. bir sonraki blog).

Sokakta yürüyen herkesin sana bakması ve bütün çocukların helo demeleri insana kendini Batılı hissettiriyor. Oli'nin tekrar anonim bir insan olma isteğini anlıyorum. SEN BEYAZ TENLİ, PAHALI ELEKTRONİK ALETLERİ OLABİLEN, BU ÜLKENİN SENİNKİNE GÖRECE UCUZ OLMASINA HER DEFASINDA AĞZI BİR KARIŞ AÇIK KALAN, BEYAZ TENLİ BİR TURİSTSİN.

Hostellerin sokağında bana retro gelen pastaneler var. Halawat al jıbn (peynir helvası) diye yöresel bir tatlıları var. Valla tadı peynir helvasından çok lokuma benziyor. Denenebilir ama bence muhallebileri daha tercih edilebilir bir tatlı. Yanlış hatırlamıyorsam muhallebiyi orada da muhallebi olarak isteyebilirsiniz.

Yarın Crac des Chevaliers günü.

Not: Dışarıda bira içecek bir yer bulamayabilirsiniz ama bira satan dükkanlar var. İnsan kendini illegal bir şey yapıyor gibi hissediyor :)

Not 2: Canınız Batılı bir şeyler çekiyorsa Orient House'un milk shake'i önerilir.

2 Mayıs 2010 Pazar

21.01.2010/ Üçüncü Türden Yakınlaşmalar






Oli'yle Hama yakinlarindaki Apamea'da (Afamia diye okunuyor) bulusup tarihi kalintilarin arasinda kamp yapmaya karar verdik. Haritada buraya daha yakin göründügü icin sinirdan Idlib'e gectim. Hama'ya o gün otobüs olmadigini ögrenince Halep otobüsüne atladim. Halep'te yol kenarinda otobüsten ininceye kadar iyi gitti. Neden? Cünkü taksi soförüm durumu arkadaslara izah etmis. Hatta otobüs muavini de Halep'teki taksi soförüne izah etti. Ama aptal numarasi yapmak Suriye'deki taksi soförlerinin en üstün yetenegi. Sahsiyet beni 2 km. ötedeki otobüs gari yerine Hama'ya götürmeye kalkti. Adami beni gara götürmeye ikna etmekle gecen o onbes dakika ayvayi yedigimi en yogun hissettigim zaman dilimiydi. Ve ne oldu? Uyanik, bana telefon kontörü aldirdi ki Ingilizce bilen bir arkadasini arayip konusabilelim. Ingilizce bilen arkadasin kominikasyona ne kadar yardimci oldugu tartisilir.
... Arkadasiniza söyler misiniz, Hama'ya giden otobüslerin kalktigi gara gitmek istiyorum.
... Hayir Hama'ya taksiyle gitmek istemiyorum.
... Ne kadar indirim yaptigi beni ilgilendirmiyor.
... Hangi gara gidecegimi ben nereden bileyim, Onu, senin arkadasin bilecek.
... Hayir, taksiyle gitmiyorum.
... Otobüs gari. Pullman. Pullman.
... Ohh beee!
Halep'te taksiye bindigim yerden gara 300 suri, gardan Hama'ya 95 suri ödedim. Taksicinin Hama'ya götürmek icin istedigi para 2000 suriydi.

Hama'ya geldim. Garda Oli'den mesaj bekliyorum. Acim ama abur cubur yiyorum. Sigara'nin ne kadar ucuz oldugunu kesfediyorum (50 suri). Cantamin agirligi sinirimi bozuyor. Garin ortasindaki yapay su degirmeninin cikardigi gicirti sinirimi bozuyor. Suriye'ye geleli daha yarim gün oldu ama ben savunma mekanizmamin kapasite üstü calismasindan dolayi simdiden yoruldum.

Hooop! Yeni bir mesajla Super Mario misali zipliyorum. Oli, haritada göremediğim bir yerde ve kalacak bir ev bulmuş. Yeni mission'i tamamlamak üzere gardaki bir otobüs sirketine giriyorum. Bes kisi "maarat al numan" yazisina sanki Finceymis gibi bakti, bakti, bakti. Sonra biri "Aaaah ma-harrat al numan!" dedi sonundda. Bir bes dakika da nasil gidecegim üzerine tartistilar. Ve taksiye binip mikrobüs duragina gitmem gerektigine karar verdiler. Iyi insanlardi.

Tombik, okka burunlu, insanda ilkokul arkadasini görmüs etkisi yaratan bir taksicinin arabasina atladim. Taksimetre yine acilmadi tabi. Bir de hicbir aracin emniyet kemeri calismiyor. Neyse bu seker yavrucak yolda bana "No bus" dedi. Ben de sabahki taksicinin siniriyle "Yes bus" dedim. Duraga gittigimizde arac yoktu. Biz de sabah geldigim yolu gerisin geri tepmek üzere 1500 surilik bir taksi yolculuguna ciktik. Insanlarin dil bilmeden birbirlerini anlayabilmeleri fenomenal bir durum bence. 29 yasinda oldugunu, para olmadigi icin universiteye gidemedigini, nisanli oldugunu ama yine parasi olmadigi icin evlenemedigini konustuk mesela. Ben de ona durumu garantiye alayim diye evli oldugumu, kocamin beni Kafr Noubl'da bekledigini, belgesel film cektigimizi anlattim. Bu arada hava karardi, benim midem agzima yapisti acliktan ve kaybolduk.

Bu arada ikinci gökkuşağını gördüm.

Sonunda verilen adrese ulasip Oli'yi tekrar görmek, o muhtesem Suriye yemegiyle beynime kan pompalayabilmek, süper soba süper tarcinli cay cok iyi geldi. İkram edilen çay her zaman şekerli geliyor bu arada. Oli yolda, Ingilizce konusan bir kasaba sakini (oldukca sasirtici) tarafindan davet edilince ben de eklenti olmus oldum. Yemek yediğimiz ev bizi davet eden Musab'ın arkadaşının evi. Etrafta kadın yok. Ben yemeği bitirince her seferinde ayrı bir çocuk içeri girip teker teker sofrayı topluyor.

Suriye kocaman bir Eminönü gibi hissettiriyor. Bu his de, küçük bir kasabada Musab gibi akıcı İngilizce konuşan, açık fikirli, hatta neredeyse sofistike biriyle karşılaşma olasılığını daha sihirli kılıyor. Ülkeyi oralı birinin gözünden görmek meltem gibi rahatlatıcı bir his. Çünkü en sinir olduğum turist zihniyeti olan oryantalizm bir noktada beni bile istila etti. Görece Batı'dan gelip de misafiri olduğun bir ülkede kendin ve onlar diye bir ayırım yapmak çok rahatsız edici bir duygu. Birçok Batılı gezgin ve turist için hüzünleniyorum açıkçası; huzurlu gezemiyorlar ve bunun farkında değiller.

Yemekten sonra Musab'ın evine geçiyoruz. Ve kasabalarda gördüğümüz neredeyse bütün evlerin alt katındaki kepenkleri inik dükkanlar sırrını da çözmüş oluyoruz. Onlar dükkan değil, misafir odası va daha çok yaz günleri kullandıkları oturma odası. Niye dükkan süsü verildiği kısmının bizim için bir gizem olarak kalmasını tercih ettik. Yine çay yapılıyor. Erkekler misafire hizmet etmekten erinmiyorlar. Ve oda hızla bir düzine çocukla doluyor. Yan evlerde oturan akrabalar teker teker geliyor.

Sohbet bir noktada politikaya geldi. Bu aslında Suriye'deyken pek değinilmemesi gereken bir konu. Sansür halk üzerinde çok etkili. Musab'ın ağzı başka gözleri başka bir şey söylüyor. Her ne kadar gezmiş, görmüş, çağdaş kafalı bir adam olsa da geleneksel hayatın konforu daha cazip, daha az karışık.

Ha bir de neredeyse herkesin cep telefonunda Sibel "Ken"in '90 sonlarından kalma bir müzik videosu var. Türk olduğumu duyan hep aynı videoyu gösteriyor.

Ben erkeklerle bir süre sohbet ettikten sonra ortam iyice kalabalıklaşmadan nazikçe kadınların odasına gönderiliyorum. O kadar oturabilmem bile bana tuhaf gelmişti. Kadınlar Aşk-ı Memnu gibi Türk dizilerini seyrediyorlar ve Türk kadınını merak ediyorlarmış. Bir sergi objesi olarak yukarıdaki odaya yollanıyorum. Odada 10 çift göz her hareketimi izliyor sırıtarak. Onlar benim fotoğrafımı çekebilirler ama benim kadınların fotoğrafını çekmem yasak. Musab bir süre bizimle oturarak kadınların soruları için çeviri yapıyor. Çok da ilginç sorular sormadılar aslında. Merak edip ne soracaklarını bilemeyen öğrenciler gibiler.

Çocuk nüfusuna eklemeler oluyor sürekli ve ben Arapların niye bağıra çağıra konuştuklarını anlıyorum birden. O kadar çocuğun çığlıkları arasında bir yandan televizyonun sesi kökleniyor, bir yandan muhabbetin sesi yükseliyor. Kendi düşüncelerini bile duyamaz oluyorsun. Düşünsene, her akşam. Kadınların dört tanesi de hamile bu arada.

Benim elimdeki kitaptan çat pat Arapça iletişim kurmaya çalıştığımı görünce biraz rahatlayıp okulda öğrendikleri İngilizce'yi kullanmaya başladılar. Bizim ortaokul çocuklarından daha iyi öğrendikleri kesin. Sonunda muhabbet edebilir duruma geldik. Evli miyim, niye evli değilim? Yaşlılardan biri 17 çocuğunu olduğunu söyleyerek bana hava atıyor. Ve beni Ukrayna'daki oğluyla evlenmeye ikna etmeye çalışıyor. Geceleri çay içmek, kağıt oynamak ve sohbet etmekle geçiyor. İkinci bir gece sıkıntıdan ölebilirim.

Uyku vakti gelince beni yandaki eve götürdüler ve gecenin onikisinde yemek sofrası kurdular. Benim gözler faltaşı gibi açılınca baba "Suriye kadınları böyle işte, gecenin körü yemek yerler sonra yarım dünya gibi olurlar" diye serzenişte bulundu. E bazıları sıcak sever.

25 Nisan 2010 Pazar

21.01.2010/ Duty Free Kafasi





Iskenderun'dan Cilvegözü sinir kapisina normalde arabayla 2 saat sürüyor yol. Biz 5,5 saat gittik. Saatte 5 km hizla. Neredeyse tüm yol boyunca yagmur yagdi. Bu da benim hic isime gelmedi, ama yapacak bir sey yok.

O kadar yavas gidiyorduk ki muhtemelen birileri bizi jandarmaya ihbar etti. Oli önde biz arkada ilerlerken birden askeri bir arac belirdi ve bizi durdurdu. Ellerinde tüfeklerle bir düzine asker aractan inerken, bir an kendimi herseyin boka sardigi o noktada gördüm ve en sevimli gülümsemi takindim. Durumu anlattik. Gayet sakinlerdi, operasyona gideceklerini o yüzden kamerayi bir süre kapatmamiz gerektigini söylediler ve gülerek araca bindiler. Bir saat sonra bu sefer daha kalabalik bir askeri topluluk tarafindan durdurulduk. Oyaladilar bizi biraz, kimlikleri filan aldilar. Sonra da saldilar. Giderken, bizi ilk durduran grubu gördüm. Tarlaya yayilmislardi. Operasyonun ne üzerine oldugunu cok merak ettim.

Neyse, sinira yetisemedik bugün. Reyhanli denen kücük bir kasabada kalacagiz. Sinirda olmasinin getirdigi bir sey mi yoksa yurdumun gidip görmedigim köselerindeki kasabalar hep böyle mi oluyor bilmiyorum ama cok kuvvetli bir Yusuf Atilgan hissi vardi, bir miktar da Kafka. Orada biraz yasayip bir Yusuf Atilgan romani yazmak istedi canim.

Reyhanli'da doviz burosu yok. Suriye Poundu (kisaca suri diyorlar) almak icin kuyumcuya gidiyorsunuz. Yani guzelce kaziklaniyorsunuz. Suri'nizi buyuksehirden aliniz.

Otele yerlestikten sonra hayatimda gördügüm en ciddi adamla tanistim. Otelin sahibi, eski belediye baskani. Bizi gezdirmeye götürdü. Yüzünde en ufak bir mimik olmadan Reyhanli'nin yapay gölünü, yaptirmaktan dolayi gurur duydugu yapay selaleyi, agac görünümlü beton banklari, ailenin yaptirdigi camiyi filan anlatti. Ingiltere'deki bir kasabayla kardes kasabaymis Reyhanli, onu anlatti. Bir an bile gülümsemeden. Biz de takdirle izledik bu sovu.

Ertesi gün sonunda sinirdan gecmek üzere yola ciktik. Oli tek basina gitmek istedi. Ben de atladim taksiye kendi basima. Simdi farkediyorum da bir hayli heyecanlanmisim aslinda. Ilk defa bir dogu ülkesine kiz basina gidiyor olmak, orada konusulan dili bilmiyor olmak, hafiften gergin bir adrenalin türü. Taksi soförü, Arap Arap'la kendi dilinde anlasamazken sen nasil anlasacaksin bunlarla, diye sorarken neyle karsi karsiya kalacagimi hic anlamamisim. Cahil cesareti böyle bir sey olsa gerek.

En azindan yagmur yagmuyordu. Mavi gökyüzü, pofuduk bulut kümeleri, yol boyunca agaclar vardi. Sonra tek renk kasabalar girdi kadraja. Sari köycükler. Artik Suriye'desiniz demek bu iste.

Ve bir de uzun zamandan beri gördüğüm ilk gökkuşağı :)